FİNANSAL YÖNETİM
Günümüzde finans fonksiyonu, hem işletmenin temel amaçlarına ulaşmasına yardım etmekte hem de diğer işletme fonksiyonlarına , işletme amaçlarına dönük bir biçimde yardım eden bir fonksiyon olma özelliği göstermektedir. Bu yeni yaklaşımın doğal sonucu olarak finans yöneticisi, işletmenin temel amaçlarına ulaşmasını sağlayıcı finansal politika ve stratejileri saptamak, gerek duyulan sermayeyi sağlamak, saptanan politika ve stratejilere uygun programları gerçekleştirmek ve uygulama sonuçlarını kontrol etmek gibi görevleri üstlenmiş bulunmaktadır.
Finansal yönetim ise, işletmenin amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için gerekli olan fonların temin edilmesi ve bu fonların uygun bir şekilde değerlendirilmesi amacına hizmet etmektedir. Çağdaş işletmeciliğin gelişmesi, finansal kaynakların yönetimini daha önemli bir duruma getirmiştir. Bu nedenle işletmelerin hayatta kalması, kaynaklarını etkili bir biçimde yönetebilme kapasitesiyle doğru orantılı olup, buna bağlı olmaktadır. Kaynaklarını rasyonel kullanmasını bilen işletmeler büyümekte ve gelişmekte, dolayısıyla hayatta kalma şansını yakalayabilirken, kaynaklarını gereği gibi yönetemeyen işletmeler ise zarar etmeye ve kapanmaya doğru gitmektedir.
Finansal sektör, tasarruflar ve yatırımlar arasındaki “aracılık” hizmetini sunmaktadır. Yatırımların, ekonomik büyümenin önemli bir belirleyicisi olduğu gözönüne alındığında, finansal sistemin kalkınma/büyüme sürecinde pozitif ve önemli bir rol oynaması beklenmektedir.
Ekonomik kalkınma süreci yurtiçi ve yurtdışı kaynakların kullanılması ile finanse edilmektedir. Özellikle 1970’ li yıllarda ve 1980’ lerin başında, gelişmekte olan ülkelerin çoğu kalkınma uğraşılarında temel olarak uluslararası bankacılık sektöründen borç alarak kalkınmalarını finanse etmeyi almışlardır. 1980’li yılların başında büyük ölçüde borçlanan bu ülkelerin finansal problemleri oldukça açık bir hale gelmiş, bu gelişmelerin sonucu olarak Ekonomik kalkınma süreci yurtiçi ve yurtdışı kaynakların kullanılması ile finanse edilir.Özellikle 1970’li yıllarda ve 80’lerin başında, gelişmekte olan ülkelerin çoğu kalkınma uğraşılarında temel olarak uluslararası bankacılık sektöründen borç alarak kalkınmalarını finanse etmeyi aldılar.1980’li yılların başında aşırı şekilde borçlanan bu ülkelerin finansal problemleri oldukça açık bir hale geldi. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak gelişmekte olan ülkelerin büyük bir çoğunluğu yurtiçi finansman kaynaklarını aramayı ve geliştirmeyi öncelikli bir politika haline getirdiler. Gelişmekte olan ülkelerde finansal politikalar bu yönde geliştirilmeye başlanmakta ve yurtiçi finansal marketlerin organizasyonunun, çalışmasının ve finansal kurumlardaki gelişmelerin ekonomik büyümeyi etkilediği görüşü ekonomistler ve iktisat politikası uygulayıcıları tarafından kabul edilmektedir.
Finansal sektörün ekonomik büyüme sürecine etkisinin önemi, bu sektörün fonksiyonunun ve sağladığı servislerin vurgulanmasıyla daha açık hale gelebilir.Birinci olarak, finansal sektör ekonomik birimler arasındaki ticareti kolaylaştırarak ekonomideki ihtisaslaşmayı artırır.İkinci olarak, tasarrufların yatırımlara dönüşebilmesi için değişik servisleri yerine getirir.Örneğin; finansmanı yapılabilecek projeler arasından en iyisini seçer, ayrılan fonların yerli yerinde kullanılıp kullanılmadığını incelemek için yatırımcıların davranışlarını takip eder ve kaynakları değişik yatırım projelerine yönelterek riski azaltır.Finansal sektör, sağladığı bir çok fonksiyonu ve servisiyle ekonomik aktiviteye genel olarak pozitif katkı yapar, yatırımlar için bulunması gerekli kaynak hacmini genişletir ve kaynakların tahsisini, dağılımını daha iyi hale getirir.Bu katkıları gözönüne alındığında, finansal kalkınmanın ekonomik büyüme için önemi daha iyi anlaşılabilir.
Bu makale, ekonomik büyüme ve finansal kalkınma arasındaki bu önemli ilişki hakkında teorik görüşleri, ampirik bulguları ve 1980’lerin ikinci yarısındaki çıkışıyla, ekonomik büyüme literatürüne büyük bir katkı yapan ‘içsel büyüme modellerini’ kapsayacak şekilde, kronolojik olarak konuyu bir bütün içerisinde gözden geçirmeyi amaçlamaktadır.
Burada vurgulanması gereken bir diğer etken de IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankasıdır.Özellikle bu kurum tarafından gelişmekte olan ülkelere sık sık teklif edilen istikrar paketlerinin önemli bir parçasını finansal sektördeki liberalizasyon önerileri oluşturmaktadır.Bu yüzden finansal kalkınma ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi inceleyen teorik çalışmaların iyi anlaşılması ve bunun ampirik sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.
II. Finansal Kalkınma ve Ekonomik Büyüme İlişkisi
A. İlk Çalışmalar
Ekonomistler bu yüzyılın başından beri finansal sistemin ekonomik büyüme için önemi konusunda değişik düşünceler ileri sürmüşlerdir.Bagehot (1962) ve Hicks (1969), finansal sistemin, sanayi devrimi sürecine, İngiltere’de sermayenin hareketliliğini etkileyerek büyük katkı yaptığını ileri sürmektedir.Yine Schumpeter (1912) iyi işleyen bir bankacılık sisteminin, yeni ürünleri en etkin ve verimli şekilde üretmek için gerekli olan teknolojik yeniliklerin finansmanını temin ederek, yatırımcıları finansal olarak desteklediğini ileri sürmektedir.Bu görüşe karşıt olarak, Robinson (1952) ‘teşebbüsün yol gösterdiği ve finansal sistemin bunu takip ettiği’ tezini ileri sürmektedir. Bu görüş doğal olarak, iktisadi kalkınmanın belirli tip bazı finansal düzenlemelere, kurumlara talep yaratmasının bir sonucu olarak bu sektörün geliştiği varsayımını temel olarak kabul etmiş sayılır.
Kalkınma ekonomisiyle ilgili literatür, çalışmalar Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra oldukça artmıştır. Doğal olarak en önemli tartışmalardan birisini kalkınmanın finansmanının oluşturduğu da bir gerçektir (Prebish, 1950; Nurkse, 1953; ve Lewis, 1954).Tartışmanın merkezi önceleri eldeki finansal kaynakların birikiminin ekonomik büyümeyi kamçılaması için en etkili (verimli) bir şekilde nasıl kullanılabileceği konusu üzerine yoğunlaşmıştır.Ulusal (yurtiçi) tasarrufların hareketliliğinin nasıl gerçekleştirileceği ve bu tasarrufların nasıl verimli bir şekilde yatırımlara dönüştürülmesi konularına ise daha az yer verilmiştir.
1960’lı yıllar, finansal kurumlardan, marketlerden ve enstrümanlardan oluşan yurtiçi finansal yapının nasıl ekonomik büyümeye katkıda bulunabileceği görüşlerinin başladığı yıllar olarak kabul edilebilir.Finansal kurumların, marketlerin ve aletlerin gelişmesi, büyümesi şeklinde tanımlanabilecek olan finansal kalkınma, finansal aracılık sürecine pozitif katkıda bulunabilir ve tasarrufların artırılmasında önemli bir rol oynayabilir.Bu tasarruf artışı yatırımları miktar ve kalite açısından artırabilir.Bu sebeple, finansal aracılığın iyileştirilmesine, ilk çalışmalarda, önemli bir yer verilmiştir.Çünkü yüksek tasarrufların, yüksek ve verimli yatırımlara dönüştüğü bir ülkenin büyüme performansının artmasının beklenmesi doğaldır.
Finansal kalkınmanın ekonomik büyüme sürecindeki rolüne katkı yapan ilk çalışmaların konuları temel olarak üç konu etrafında yoğunlaşmıştır:Bunlar;
1) 1)Finansal aracılık mekanizmasının analizi ve bu mekanizmanın öneminin ekonomik büyüme performansı üzerine etkisinin vurgulanması,
2) 2)Finansal kalkınma ve ekonomik büyüme arasındaki nedensellik ilişkisinin analizi,
3) 3)Finansal kalkınma ve ekonomik büyüme ilişkisinin ampirik olarak incelenmesidir.
B. Finansal Aracılık ve Ekonomik Büyüme
Özellikle 1960’lı yıllardaki ilk çalışmaların odak noktasını daha çok finansal aracılık ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki oluşturmaktadır. (Gurley and Shaw, 1955, 1967; Gerschenkron, 1962; Goldsmith, 1969).Bu ilk çalışmalar oldukça tanımsal özelliklerde olup, teorik görüşlerin bir bütün olarak formülize edilmesinden yoksun bulunmalarına rağmen açık bir şekilde finansal aracılık fonksiyonunun ekonomik kalkınma sürecindeki etkisini ifade etmişlerdir.Bu çalışmalarda, finansal kurumların ‘aracılık’ fonksiyonları sayesinde yatırımlar için gerekli olan fonları artırdıkları iddia edilmektedir.Bu finansal kurumlar kredi arzı fonksiyonlarını ne ölçüde iyi yerine getirirlerse o ülkenin ekonomik büyüme performansı da o derecede yüksek olacaktır.
Gurley ve Shaw, argümanlarını açıklamak için, örnek olarak genellikle gelişmiş ülkelerin daha komplike, kapsamlı bir finansal yapıya sahip olduklarını ve bu gelişmiş finansal sistemin sağlamış olduğu servisler aracılığıyla tasarruf sahipleriyle yatırımcılar arasındaki ilişkinin kolaylaşmış bulunduğunu iddia etmektedirler.Bu tartışmalardan finansal kalkınma ile ekonomik büyüme arasında bir ilişkinin olmasının zorunluluğu sonucuna varmaktadırlar.Bu yazarların geliştirmeye çalıştıkları teorik çerçevede, genel olarak ekonominin bazı sektörlerinde net tasarruf sahipleri bulunmakta ve diğer bazı sektörlerinde ise yatırım planlarını gerçekleştirmek için kaynak bulamayan veya yetersiz kaynağa sahip yatırımcılar bulunmaktadır.Finansal sistem, kurumları aracılığıyla bunu kolayca yerine getirebilmelidir.Aksi takdirde, yatırımcıların kendi öz kaynaklarıyla baş başa kalmaları hali gayet açıktır ki istenilen bir durum değildir.Gelişmekte olan ülkeler için yatırımların önemi gözönüne alındığında yeni kaynakların gerekliliği daha açık hale gelecektir.
Finansal kalkınmanın ekonomik büyümeye etkisi tartışmaları, yine 1960’lı yıllarda, bir çok yazarı bu ilişkiyi ampirik olarak test etmeye yöneltti.Bu konudaki ilk çalışmayı yapan, 35 ülke için yaklaşık 100 yıllık bir dönemi kapsayacak şekilde zaman serileri analizini kullanan Goldsmith (1969) olmuştur. Bu çalışmaya göre, ülkelerin çoğu aynı finansal kalkınma aşamalarını takip etmişlerdir. Bu çalışmaların diğer bulguları şunlardır: İlk önce, ekonomideki reel sektör büyüdükçe finansal kalkınma da gerçekleşmektedir. İkinci aşamada, finansal kurumların varlıkları, tasarrufların ve yatırımların kurumlaşmasının bir göstergesi olarak artmaktadır. Üçüncü olarak, kalkınmanın başlangıç aşamasında bankacılık sektörünün önemi oldukça büyüktür. Sonraki aşamalarda bankaların önemi daha uzmanlaşmış kurumların ortaya çıkmasıyla düşebilir. Goldsmith (1969) çalışmasını finansal kalkınma ile ekonomik büyümenin ampirik olarak ilişkili olduğu şeklinde sonuçlandırmaktadır. Bu çalışmada kullanılan analizin değişik versiyonları veya geliştirilmiş şekilleri, Latin Amerika ülkeleri (Bash and Kybal, 1970), Asya ülkeleri (Gupta, 1984; Cole and Park, 1983), ve Afrika ülkeleri (Ikhide, 1993) için uygulanmıştır. Bu çalışmalar genellikle söz konusu iki değişken arasında sıkı bir ilişkinin varlığı sonucunu açığa çıkarmaktadırlar.
C. Finansal Kalkınma ve Ekonomik Büyüme: Nedensellik
Özellikle Gurley ve Shaw’un bu konu ile ilgili değerli katkıları, finansal kalkınma ve ekonomik büyüme arasında bir nedensellik (causality) ilişkisinin olup olmadığı veya varsa bu nedensellik ilişkisinin yönü hakkındaki temel soruya bir cevap verememektedir. Bununla birlikte, finansal kalkınma ve ekonomik büyüme eş anlı bir şekilde gözlemlenebildiği için böyle bir ilişkinin gerçek doğasının belirlenmesi oldukça zordur.
Bu konuyu ciddi bir şekilde gündeme Patrick (1966) getirmiş ve nedenselliğin doğasını tanımlamak için ‘talebin takip ettiği (deman-following)’ ve ‘arzın öncülük ettiği (supply-leading)’ terminolojisini geliştirmiştir. ‘Talebin takip ettiği’ durum, reel sektördeki bir gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkan talebi karşılamak için finansal sektördeki gelişmeyi, yeni finansal kurum ve aletleri, enstrümanları ifade etmektedir.Diğer taraftan ‘arzın öncülük ettiği’ durum, finansal kalkınmanın öncülük ettiği, yeni kurumların ve enstrümanların geliştiği ve bu sektördeki gelişmenin ekonomik büyüme sürecini uyardığı şeklinde tanımlanmaktadır.
Ekonomistler finansal kalkınma olgusunun ekonomik büyüme sürecindeki önemini kabul etmelerine rağmen, bunun ampirik olarak test edildiği çalışmalarda nedenselliğin yönü konusunda ortak bir görüşe varamamaktadırlar.Finansal kalkınma ile ekonomik büyüme arasındaki nedensellik ilişkisini test eden çalışmalar şunlardır: Gupta (1984), Jung (1986), Odedokun (1989), St.Hill (1992), Wood (1993), Murinde ve Eng (1994a ve 1994b), Lyons ve Murinde (1994) ve son olarak Demetriades ve Hussein (1996).Bu çalışmalarda finansal kalkınma için geliştirilen en yakın (proxy) değişkenler genellikle para arzları (M1 ve M2), para arzlarının gelire oranları, kredi hacmi, banka mevduat yükümlülüklerinin gelire oranı, ve bankaların özel sektörden alacaklarının gelire oranı olmuştur. Ekonomik büyüme için kişi başına reel GSMH, ve reel GSMH değişkenleri kullanılmıştır. Son üç çalışma hariç, diğerleri zaman serilerinin özelliklerini dikkate almamışlar ve standart nedensellik testleri uygulamışlardır.Son üç çalışma ise ekonometri alanındaki yeni gelişmelerin ışığında, zaman serilerinin durağanlılık (stationarity) özelliklerini gözönüne almışlar ve yine zaman serileri arasındaki uzun dönemli ilişkilerin kurulmasında oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanılan ko-integrasyon (Engle and Granger, 1987; Johansen, 1988) analizini uygulamaktadırlar. Türkiye sadece iki çalışmada yer almış bulunmaktadır (Jung, 1986; Demetriades and Hussein, 1996).Demetriades ve Hussein, Türkiye örneğinde, nedenselliğin yönünün büyümeden finansal kalkınmaya doğru olduğunu göstermişlerdir.Bir diğer ifade ile, ‘talebin takip ettiği’ bir durum sözkonusudur.
Yukarıda anılan ampirik çalışmalar ortak bir sonuca varamadıkları için, bir çok ekonomist, finansal kalkınma ve ekonomik büyüme ilişkisinin önemli olduğunu ve tek yönlülükten ziyade iki yönlü bir nedenselliğin varolabileceğini ve bu iki değişkenin etkileşiminin aşanlı olmasından kaynaklanan zorlukların, bu ilişkinin gerçek yönünün öne çıkmasını engellediğini vurgulamaktadırlar. (Hermes, 1994).
Günümüzde işletmelerin amacı varlıklarını sürdürmek, varoluşlarına yönelebilecek tehlikeleri, başka bir deyişle riskleri en düşük düzeye indirmek, büyüme hızlarını maksimize etmek, en yüksek düzeye çıkarmak, bağımsızlıklarını koruyabilmek ve büyümenin gerektirdiği finansman gereksiniminin en azından bir bölümünü karşılayabilmek için yeterli iç kaynakları yaratmaktır. Genel olarak ifade edilirse bu amaç işletmenin Pazar değerini maksimize etmektir.
İŞLETMELERDE BÜYÜME GÜDÜLERİ
İşletmeleri büyümeye iten temel güdü ekonomiktir. Ekonomik etmenin yanı sıra işletme sahip veye sahipleriyle ya da tepe yöneticilerle ilgili psikolojik faktörler de işletmenin büyümesinde etkili olabilir.
Büyümenin amaçlarının başında büyük ölçekte üretimde bulunmanın sağladığı üstünlük, teknik bir deyişle ölçek ekonomilerinden yararlanma gelir. Ölçek ekonomileri genellikle şu nedenlerden kaynaklanır:
a)AR-GE (Araştırma-Geliştirme) faaliyetlerinin daha ekonomik daha ekonomik bir şekilde yürütülmesi
b) Yetenekli yönetici ve işgören (personel) çalıştırma olanağının artması
c) Büyük ölçekte üretimde bulunmanın maliyetler üzerindeki olumlu etkisi
d) Riskin azalması
e) İşletmenin Pazar değerinin oluşumunda kapitalizasyon oranının düşmesi, başka bir deyişle hisse senetlerinin (Fiyat/ Gelir/ Kazanç ) oranının yükselmesi sonucu işletmenin pazar değerinin artması
Ölçek ekonomilerinden yararlanma, diğer koşullar aynı kalmak üzere işletmenin karlılığını artırıcı etki yaratmaktadır.
İşletmeleri büyümeye yönlendiren temel güdü ekonomik olmakla beraber, bu konuda psikolojik etmenler de ekili olmaktadır. Büyük rakipler karşısında ezilme, bağımsızlığı yitirme korkusu, eskimiş olma kaygısı, tutku, hırs, yaratıcılık, dinamizm gibi... Kişinin kendisini bulunduğu mevki ile değerlemesi, işletme ne kadar büyürse kendisinin de o denli yükseleceği, güçleneceği düşüncesi, bazı işletme sahiplerini ve/veya yöneticileri, işletmelerini büyütme çabasına itmektedir. Tepe yöneticilerindeki yaratıcılık, dinamizm, başarılı olma, örgüt yapısını değiştirme, örgütü yenileme gibi istekler, durgunluğun doğurduğu doyumsuzluk gibi psikolojik etmenler de büyümede rol oynamaktadır.
İŞLETMEDE BÜYÜMENİN YÖNLERİ
Büyüme üç yönde olabilir: yatay, dikey ve çapraz büyüme. Bunlara, benzer alanda büyüme de eklenebilir.
1) Yatay büyüme: Yatay büyüme, bir işletmenin faaliyette bulunduğu iş kolundaki Pazar payını artıracak yönde büyümesidir. İşletme yarattığı fonları aynı işkolundaki yatırımlara ayırarak veya benzer malları üreten işletmeleri satın alarak ya da birleştirerek yatay büyümeyi sağlayabilir. Yatay büyümede işletmenin rekabet gücünü artırarak tekelci bir güç olma eğilimi ağırlık taşır.
2) Dikey büyüme: Dikey büyüme ise girdi üretiminden perakende satışa kadar birbirini izleyen aşamaların aynı firma bünyesinde toplanmasıdır. Örneğin hammadde, ilk madde üretiminden nihai mamülün pazarlanması aşamasına dek ticaret zincirinin farklı halkalarında faaliyet gösteren işletmelerin birleşmesi ya da bir firmanın yatırımlarını, bu amacı sağlayacak şekilde yönlendirmesi, dikey büyüme olarak nitelendirilmektedir.
3) Çapraz büyüme: Çapraz büyüme bir işletmenin kendi esas faaliyeti dışındaki sektörlere de yatırım yapması veya başka iş kollarında faaliyette bulunan işletmeleri satın alması, yönetimleri ele geçirmesi ya da onlarla birleşmesidir. Bazı holdingler ya da yatırım holding şirketleri, riski yaymak, dağıtmak isteyen işletmeler daha çok çapraz büyüme stratejisi izlemektedir.
4) Benzer alanlarda büyüme: Birbirleriyle ilişkili olmakla beraber aynı ürünü üretmeyen ya da aralarında dikey üretim ilişkisi olmayan işletmelerin birleşmesi yoluyla sağlanan büyüme, benzer alanda büyüüme olarak tanımlanabilir. Bir işletmeee, birbiriyle ilişkili aynı türden ancak tümüyle aynı olmayan ve dikey bir tamlaşma oluşturmayan alanlara yatırım yaparak, ürünler üreterek büyüyebilir.
BÜYÜME YOLLARI
Büyüme iki şekilde gerçekleştirilir:
a) İç büyüme: İşletmelerin kendi olanaklarıyla, faaliyetlerinin sonucu yarattıkları kaynakları ya da sağladıkları yabancı kaynakları yeni yatırımlara ayırarak büyümeleri iç büyüme olarak tanımlanmaktadır.
b) Dış büyüme: (birleşmeler yoluyla büyüme) Bir işletmenin diğer işletme veya işletmelerin tamamını veya bir bölümünü ya da varlıklarını satın alarak büyümesi, dış büyüme olarak nitelendirilir. İşletmeler, başka işletmeleri tümüyle veya kısmen satın alarak ya da yönetim ve denetimlerini ele geçirerek büyümeyi, bazı koşullarda iç büyümeye yeğlemektedirler. Bu tür büyüme modeli, ekonomik yapının gelişmesi, pazarların büyümesi, üretim teknolojisinin değişmesi yeni üretim ve pazarlama yöntemlerinin uygulamaya konulmasıyla özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren önem kazanmış, Batı ülkelerinde zaman zaman boyutu değişen birleşme dalgaları yaşanmaya başlanmıştır.
Büyümenin yönlerine koşut olarak işletmeler arası birleşmeler de yatay, dikey, çapraz ve benzer alanlarda birleşmeler olarak çeşitlendirilmektir.
Birleşmeler ayrıca amaçlarına göre faaliyetsel birleşme ve finansal birleşme olarak ayrılabilir. Faaliyetsel birleşme, iki işletmenin sinerjiden, ölçek ekonomilerinden yararlanma amacı ile birleşmeleridir. Finansal birleşme ise, bir şirketin nakit fazlasını değerlendirme amacıyla işetmeyi satın almasıdır.
FİRMALARARASI BİRLEŞME VE SATIN ALMALAR
Birleşme, genel anlamda iki veya daha fazla işletmenin daha etkin bir ekonomik teşebbüs oluşturma amacıyla bir organizasyon altında toplanmasıdır.
BİRLEŞME ŞEKİLLERİ
1) Devralma: Devir almada, alınan şirket veya şirketlerin varlık ve kaynakları (aktif ve pasifi) alan şirkete devredilmekte, alan şirketin varlığı devam ederken devir olunan şirket veya şirketlerin tüzel kişilikleri sona ermektedir. Hukuki açıdan birleşen şirketler, alan şirket bünyesinde bütünleşmekte tek bir şirket veya teşebbüs haline gelmektedir. Bu tür birleşme “füzyon” terimi ile ifade edilebilir.
2) Yeni bir tüzel kişilik altında toplanma (konsolidasyon) : Birleşen şirketlerin, işletmelerin tüzel kişilikleri sona ermekte, bu şirketler yeni bir tüzel kişilik altında toplanmaktadır.
3) Alınan şirketin tüzel kişiliğini koruması: Pay senetlerinin tümü veya denetimi ele geçirilecek ölçüde alınan, dolayısıyla bağlı ortaklık durumuna gelen firmanın tüzel kişiliği sürer. Ancak, yönetim ve denetim açısından alan şirkete bağımlı duruma gelir. Bağlı ortaklık (subsidiary) faaliyet bağımsızlığına sahip ayrı bir tüzel kişilik olarak görünürse de, alan şirketin denetimi altında olduğundan ekonomik açıdan bağımsızlığı bulunmamaktadır.
4) Varlıkların satın alınması: Alınması hedeflenen firma, varlıklarının satın alınması yoluyla da edinilebilir. Varlıkların alınmasında alıcı firma, hedef firmanın varlıklarının tümünü veya bir bölümünü satın alabilir. Bu seçenekte alıcı firma, hedef firmanın yükümlülüklerini üstlenmemektedir. Satıcı firma, varlıklarının tümünü devretmişse, karşılık olarak aldığı nakdi veya alıcının pay senetlerini, borçlarını ödedikten sonra kendi ortaklarına dağıtarak tasfiye olabilir.
Yani varlıkların satışı halinde hedef (satıcı) firmanın tüzel kişiliği ortadan kalkmamaktadır. Söz konusu firma varlıklarının karşılığı olarak almış olduğu değerleri, başka alanlara yatırarak faaliyetini sürdürebileceği gibi, tasfiye sürecine de girebilir. Varlıkların tümünün değil bir bölümünün satışı halinde, satıcı firmanın varlığını sürdüreceği kuşkusuzdur.
Edinilen firmaya, alan şirketin faaliyetleri içinde bir faaliyet bölümü olarak bir işlev verilebileceği gibi, tümüyle alan şirkette bütünleştirilebilir, söz konusu firma bağlı bir ortaklık olarak da alan şirketin denetiminde hukuken bağımsız bir firma olarak da faaliyetini sürdürebilir.
BİRLEŞİMLERDE TEMEL NEDENLER VEYA GÜDÜLER
1) Sinerji yaratma, ölçek ekonomilerinden yararlanma: Firmalar arası birleşimin temel amacı, bağımsız olarak faaliyetlerini sürdüren firmaların birleşmeleri halinde, varlığını koruyacak firmanın, birleşmeye katılan firmaların bireysel Pazar değerleri toplamından daha yüksek bir değere sahip olmasıdır. Sinerji etkisi, daha açık bir deyişle tümün, kendini oluşturan parçalar toplamından daha yüksek değere sahip olması şu nedenlerden kaynaklanabilir:
· Faaliyet etkinliğinin artmasına bağlı olarak faaliyet giderlerinin azalması ve kar marjının yükselmesi
· Firmanın finansal yapısının düzelmesi veya finansal ekonomiler sonuc, hisse senetlerinin fiyat/kazanç oranının yükselmesi, daha düşük borçlanma maliyeti, ve/veya borçlanma kapasitesinin genişlemesi sonucu sermaye maliyetinin azalması
· Pazarda etkinliğinin, Pazar gücünün artması
· Yönetim becerisinin yükselmesi
2) Faaliyeti çeşitlendirme: Durgun veya düşük büyüme hızına sahip bir sektör veya iş kolundaki bir firma, daha hızlı büyüyen ve büyüme potansiyeli olan daha karlı sektörlere yatırım yaparak faaliyet alanını çeşitlendirmek isteyebilir. Çeşitlendirme isteği, faaliyette bulunulan sektörün olgunluk dönemini yaşaması, büyümesinin sona ermesi, firmanın Pazar payının sınırına yaklaşmış olması veyaişletmenin daha karlı ve satışı daha istikrarlı ya da satış potansiyeli yüksek ürünlere gereksinim duyması gibi nedenlerden kaynaklanabilir.
Yöneticiler çeşitlendirme sonucunda firma karlarının daha istikrarlı olacağını ve firma riskinin azalacağını beklemektedir. Riski azaltma, şirket birleşme nedenlerinden biridir. Karların daha istikrarlı olmsı, çalışanlar, hissedarlar, yatırımcılar, müşteriler ve kredi verenler için önemlidir. Çeşitlendirmenin tek başına şirket birleşmelerine iyi bir neden olup olmayacağı tartışmalıdır. Böyle olmakla beraber çeşitlendirme firmaların faaliyet risklerini dağıtmak amacıyla birden fazla ürüne veya sektöre giriş yapabilmelerine imken sağlayabilir.
3)Yetenekli yönetime sahip olma ve yönetim değişikliği: Yetenekli bir yönetimden yoksun bulunan ve yüksek yetenekli yöneticiler bulma ve çalıştırma olanakları sınırlı firmalar, birleşme yoluyla yönetim sorunlarına çözüm arayabilirler. İyi bir yönetime sahip firma ile füzyon yaptıkları takdirde soruna bir çözüm getirebilirler. Birleşme yolu ile pazarlama, finans, uluslararası işlemler alanında gereksinme duyulan deneyimli, bilgili yöneticiler sağlanabilir. Ciddi yönetim sorunları olan ve yalnız başlarına bu sorunu çözmek olanağı bulunmayan firmaların sahipleri, iki seçenekle karşı karşıyadır: Ya mevcut organizasyon ve yönetimle durgunluğa hatta göreceli küçülmeye razı olarak faaliyeti sürdürmek ya da yetenekli bir yönetime sahip firmalala birleşerek gelişme olanağını elde etmek. Ortakların uzun sürede servetlerini artırmaları açısından birleşmeleri daha umut verici bir yoldur.
4)Kaynak sağlama kapasitesini genişletme: İki firmanın birleşmesi sonucunda varlığını sürdüren veya birleşme sonucu oluşan firmanın borçlanma kapasitesinin, ilgili firmaların bağımsız olarak faaliyetlerini sürdürmeleri halinde bireysel borçlanma kapasiteleri toplamından daha fazla olduğu genellikle ileri sürülmektedir. Firmanın büyümesi, yalnız borçlanma kapasitesini genişletmekle kalmayıp aynı zamanda daha elverişli koşullarla yabancı kaynak bulunmasına da olanak verebilir. Firma büyüdükçe diğer koşullar aynı kalmak üzere, yabancı kaynak maliyetinin düşmesi de olasıdır. Firmanın büyümesi, olası para girişleriyle planlanan para girişleri arasında olabilecek sapmaları, başka bir deyişle iş riskini azaltabileceğinden, birleşme sonucu firmanın yabancı kaynak maliyetinin düşmesi de beklenebilir.
5) Prestij sağlama: Pazarda firmanın prestijini artırmanın sağlayacağı üstünlüklerden (pazarlama, kaynak bulma v.b.) yararlanma düşüncesi de firmaları birleşmeye iten etmenler arasındadır.
6) Pay senetlerinin değerini artırma, pay senetlerinin fiyat/gelir oranını yükseltme: Birleşme sonucu pay senetlerinde değer artışı, yani fiyat/kazanç oranının yükseleceğini bekleyen şirketler, bunu gerçekleştirmek için birleşme yoluna gidebilirler.
7) Değerli sınai haklara sahip olma: Firmalar değerli sınai haklara sahip diğer firmaları satın alarak veya birleşerek bu haklardan yararlanabilir, yeni buluş kapasitelerini genişletebilir veya patent açısından gelecekte sorun yaratabilecek firmaları satın alarak patent durumlarını güçlendirebilir, olası bir rekabeti önleyebilirler.
8) Vergisel avantajlar: Karlı bir şirket, birikmiş zararları nedeniyle gelecek yıllar karlarından indirim yapmak olanağına sahip bir firmayla birleşme halinde, zarar indirimi nedeniyle, vergi kanunlarının öngördüğü süre ve tutar sınırı içinde kalmak koşuluyla, bu zararı kendi karından doğan vergi yükümlülüğünü azaltmada kullanabilir. Vergi indirimi zararlı bir firmanın aktif ve pasifi ile satın alınmasına çekicilik katmaktadır. Eğer vergi yasaları, karlı bir firmanın zararlı bir firmayı satın alması halinde bu zararların vergi matrahından indirilmesi olanağını tanıyorsa, böyle bir vergi avantajı zararlı firma satın alma veya birleşmeyi özendirmektedir.
Ortakların kişisel gelir vergisi düşünceleri de şirket birleşmelerinde etkili olabilir. Bir firma sahip olduğu nakit olanaklarına kıyasla yeterli iş veya yatırım fırsatlarına sahip değilse, nakit fazlasını ortaklarına kar payı olarak ödeme yerine, başka bir firmayı satın almada kullanabilir. enm.blogcu.com.Ortakların alınan kar paylarını yıllık vergi beyannamelerine dahil etmeleri zorunda olmaları durumunda, kar payı dağıtımı yerine, firma satın alınması daha mantıklıdır.
9) Kişisel etmenler: Füzyonda ekonomik nedenlerin ön planda olmasına karşın bazen psikolojik ve kişisel etmenlerin de füzyon kararlarında rol oynadığı gözlenmektedir. Kişinin, yönetimsel veya finans alanındaki yeteneklerini gösterme arzusu, daha büyük bir örgütü yönetme tuktusu, hırsı, firmanın sürekliliğini emniyet altına alma duygusu, korku, modası geçmiş duruma düşme kaygısı da, birleşme kararlarında etkili olmaktadır.
0 yorum:
Yorum Gönder